Hazret-i Mevlânâ:
“Bizim huzûrumuzda kırk elli yıl oturmalı, susmalı ki insan, adam olsun. İçlerinden geçeni, düşündüklerini biliyor fakat yüzlerine vurmuyoruz da bilmediğimizi sanıyorlar.” buyuruyor.
Benim de en büyük dayanağım işte bu sözdür. Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece…
İyi ki bir dinleyenim yok…
Yok diye yazıyorum.
Dinleyen bulsaydım, bunları anlatırdım.
Herhalde bunu bildiği ve bu senaryoyu yazan da kendisi
olduğu için, Sâhibimiz:
“—Dur, bu böyle olmaz… Ben sana kendi canından bir yoldaş vereyim de sayıklamalarını ona söyle! Dinleyecek olana da sabırdan bir kaftan giydireyim ki sana katlanabilsin. Mâdem susmayı beceremiyorsun, bâri yazmanın önünü açıvereyim.
Al git; yoldaşın mı seni sürüklüyor yoksa sen mi yoldaşını, götür kendi kendini!”demiş olmalı.
İçimden dedim ki:
—Ben kim oluyorum da kendi ihtiyârım ve irâdemle herhangi bir işe yöneleyim?Ben mürîdim..irâdem sendedir.Ben,hep isteyen! Murâdımsa, sensin! Senin has kulların,”Kul sınanma zamanı belli olur” demişler. Belli ki şimdi de o sözleri beni sınamak için söyledin. Eğer bana “sus!” demiş olsaydın,”Ol!” deyince oluveren her şey gibi, değil yalnızca dilim, her bir zerremden zerre miktar ses mi çıkardı? Bunu bildiğim gibi, bana kendi canımdan yolladığın “can yoldaşı”nın da Sen’den olduğuna îmânım tam!
Her evin bir kapısı, çeşitli pencereleri olur. Senin her Dost’un, sana açılan bir kapı; her sevilen, senin seyredildiğin bir penceredir. Seni,”dostunun” kapısından girilen bu gönül evinde birbirinin penceresinden seyredenlere acı! Merhamet et!
Aşkın Fâtiha’larına ancak Sen “Âmin!” diyebilirsin… Lûtfet de âmin deyicimiz sen ol Rabbim! Hem duâ Sen’sin ve duâ da Sen’den!
Âmin demek, kime düşer?