(Ey yârân! Biliniz ki kâh şehir olurum. Kâh harâbe. Kâh hazîne olurum. Kâh vîrâne.
Ben Nûh’un gemisine de bindim. Ben Süleyman’ın tahtına da çıktım. Âsaf’la cinlerin, Hâman’la Âsiye’nin yollarında durdum. Züleyhâ ile Yûsuf’un muâşakalarını gördüm. Belki hem Yûsuf hem Züleyhâ oldum.
Kâh yanan, kâh yakılan; kâh asılan, kâh kesilen; kâh sevilip tekmelenen neden ben olmayayım? Tahtım var, askerim var. Bir kurulmuş devletim var… Ama, geceleri sur kapısından çıkıp dilenen neden ben olmayayım?
Kâh dopdolu bir kadeh, kâh kadehleriyle sabahlayan bir sarhoş, kâh ümmî, kâh âlim, kâh kuzgun, kâh şâhin… Hem kılıç hem kalkan, hem Dârâ hem İskender, hem zillet hem saltanat, hem şâhika hem uçurum, neden ben olmayayım? …
Acep ben, ezel denizinde kâh kabaran kâh yatışan bir dalga mıyım ki, asırdan asıra yuvarlana yuvarlana bugüne geldim. Bugünden de yarına doğru geçip gitmekteyim?
Yolun neresindeyim, demiyorum. Başlamamış ve bitmeyecek olan bir yolun her noktası bir baş ve son değil de nedir?)
HANCI-Sâmiha AYVERDİ, Kubbealtı Neşriyâtı No:20-İst.1988