Günlük haberleri seyredebiliyor musunuz?
Ben, seyredemiyorum.
Sen – ben derdine düşmüş kimselerin ağız dalaşına katlanabiliyor musunuz?
Ben, katlanamıyorum.
Zîrâ her gün sayısız cinâyet, tecâvüz, vahşet ve benzeri hâdiseleri üzülmeden okumak yâhut seyretmek imkânsız. İçi boş siyâsî beyanlarda incir çekirdeğini olsun dolduracak hayırlı-faydalı bir hakîkat payı aramak akıl kârı değil!
Dindar geçinmekle yetinip, ahlâkî – insanî değerleri ayaklar altına almışız.
Peki bu akıl almaz olayları yaşayan ve bize yaşatanlar kimlerdir?
Bizim insanlarımız… Bu ülkenin insanları!
İyi de, en az bu üzücü, sinir bozucu ve yarınlarımızdan endişe duyurucu olaylar kadar sık duyduğumuz İslâmiyet’e dâir nutuklar, dînî motiflerle ilgili beyanlar da gene bizim ülkemizin ”yetkililerinden” işitilmiyor mu?
İşitiliyor!
”Şimdiye kadar bunların ne faydasını gördük” diye düşünen ve bu gidişin felâketle sonuçlanacağına kafa yoran herhangi bir ”yetkili” tanıyor musunuz?
Ben tanımadım ve tanımıyorum.
Eskiler demişlerdir ki: “Ölçüsü yanlış olanların, ölçümleri de yanlıştır.”
Son yıllarda, pusulamızı iyice şaşırdığımızı, ”ölçümüzü” Kafdağı’nın ardına attığımızı ve korkunç bir ahlâkî çöküş yaşadığımızı bize kim söyleyecek?
Bunu söylemek de meseleyi halletmeyecek elbet… ”Sözde müslümanlığın” yerine; ”dindar nesillerin” yerine, ahlâk âbidesi fertleri kim yetiştirecek?
”Doğru ölçü”nün yeniden topluma benimsetilmesi için emir-komuta mevkîinde bulunanlar nelerle uğraşmakta… Şaşılacak şey!
Kavgacı, hırçın ve haşin bir millet değilken; az konuşup çok iş yapmakta nam salmış insanlar iken gittikçe vasıfsızlığa büründük, hem de sür’atle… Din anlayışımız -neredeyse- kökünden değişti. Kabalaşıp gittik. Tasavvufu ihmâl edip, taassubu din yerine koyduk.
Şu bir gerçek ki Hazret-i Mevlânâ’nın bu dünyâdan bekâ âlemine göçüşünün yıldönümünü idrâk ettiğimiz şu günlerde, O’na her zamankinden çok daha muhtâcız. O’na ve O’nun İslâm anlayışına, aşkına; îmân telâkkîsine… Çünkü, bizi kurtaracak ölçü, O ve onun benzeri zevâtın pırıl pırıl anlayışı, yaşayışı; bize bıraktıkları mânevî mirastır.
Erbâbı, elbette kulağına küpe yapıp, İslâm’ın bir ”sevgi dini” olduğunu bilecek; bunları hayâtına mâl edecek ve inandığını da yaşayacaktır. Çünkü bu ”mânevî mirâsın” vârisleri…Ülkeyi kurtaracak olan serdengeçtiler de zâten böyleleridir. Taassuba batmış, herkesle kavgacı olan kuru kalabalıklar değil! Modern Muâviye’ler aslâ değil!
Sayıca bugün az görünseler de, birileri sekiz Asır öncesinden seslenen Hazret-i Pîr’i dikkatle dinliyor.
”Kimde yakîn aynası varsa, kendini görmüş olsa bile hakîkatte Hakk’ı görmüş olur.”
”Sıfatlarıma bürünüp halka görün; seni gören beni görür, sana kast eden bana kast eder.”
”Aşk, o yalımdır ki, parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.
…
Fakat kime söyleyeyim? Bütün köy içinde nerede bir diri? Âb-ı hayâtın bulunduğu tarafa doğru koşan kim?
Sen, bir horluk görür görmez aşktan kaçmadasın. Bir addan başka aşktan ne anlıyorsun?
…
Pâk aşk, Muhammed (s.a.s.) ile eş idi. Allah, aşk sebebiyle O’na ”Sen olmasaydın…” dedi.
Aşk, kimseye ihtiyâcı ve niyâzı olmayan Allah’ın vasıflarındandır. O’ndan başkasına âşık olmak, geçici bir hevestir. Çünkü ”mecâzî aşk”, altınlarla bezenmiş bir güzelliktir, fakat içi dumandır.
Kendileri’nin himmetini niyâz ediyoruz.