Oruç,
Bir ibâdet ayı olarak, dînî çehresi ağır basarsa da, İslâm îmânının ilâhî olduğu kadar beşerî de olan muvâzene ve düzeninin, beşerin hayâtına bir hazır nizamnâme getirmiş olduğunu söylemek yerinde olur kanaatindeyim.
Bilindiği gibi oruç demek, yiyip içmeğe ve bedenî müştehâya (bedenin arzu ve iştihâlarına) karşı yasak getirmekten ibâret değildir.
Zîra, cisme taallûk eden bu yasaklara uymakla, bir kimsenin orucunun sakatlanmadığını zannetmesi avâmî bir tehlikedir.
Çünkü asıl oruç, bir gönül ibâdetidir ki dedikodu, gıybet, gazap ve intikam gibi şeytânî sıfatlara karşı oruca nâkıse (noksanlık) getirecek hallerden sakınmaktır.
Böylece de insanoğlu, maddî mânevî perhizkâr olduğu takdirde oruçlu sayılsa yeridir.
Oruç, ibâdet yönü kadar çeşitli cemiyet safları arasına sabır gibi, merhamet ve muâvenet (yardımlaşma) gibi yapıcı ve yaratıcı unsurları da karıp karıştırarak, iç yapısını, en sözü geçkin bir ıslahatçı olarak tâmir ve terbiye eyler.
Selâm vermekle namazdan fâriğ olunmadığı anlayışı (selâm vermekle namaz bitmiş olmaz anlayışı) ile kendini salât-ı dâimîde (devamlı namazda) bilenler gibi, orucunu açtığı halde, nefsânî ve derûnî (içimizde gizli) kötülüklere karşı ebedî oruçlu bulunanlara ne mutlu.
Sâmiha AYVERDİ, Mayıs 1985