Evliyâların, ermişlerin yolundan yürümeye çalışan tertemiz insanlarımızın beynini ve gönlünü artık “îman eşkiyâları” ele geçirmiştir.
Ülke geneline baktığımızda memlekette çok sayıda dindar geçinen var ve bugün türban, başörtüsü, sarık, sakal gibi teferrüatla ilgili şeyler, gündemimizin ilk maddesinde! Ne ki sosyal bünyemizi kemiren –üstte bir kısmını sıraladığımız- problemlerin hiç birisi “dindar görünmekle” önlenememektedir. Çünkü bütün o önemli sanılan ve sayılan –kılık kıyâfet gibi- unsurlar, işin kabuk kısmıdır; kılık kıyâfet gibi tâlî mes’eleler de ancak ucuz politikacıların oy kaygusuna hizmet etmektedir. Halkın büyük bölümü bunlarla oyalanırken, siyâset cambazları ve din simsarları kendi keselerini doldurmakta ve yakınlarına her türlü menfaati sağlamaktadırlar.

Milletçe içine düştüğümüz kıskaç,öz’den uzaklaşmamızdan kaynaklanıyor.Yetkililer ise yıllar yılı “kabuk”la meşguldür. Öz dediğimiz “ahlâk güzelliği”dir,kabuk ise detaylar.İslâm,baştan sona ahlâk güzelliği üzerine kurulmuştur.Bunun dışındaki bir târif ve yaşama şekli “başka bir dindir,başka bir İslâmiyet(!)”tir.Böyle bir anlayış,masonluğun, şu veyâ bu cemaatin yâhut şahsın yaşama tarzı;inancı olabilir. Fakat bunun, Kur’ân’ın getirdiği, Hazret-i Peygamber’in yaşayıp gösterdiği İslâm’la hiçbir ilgisi yoktur. İlle de ahlâk, ille de ahlâk! Bunu insanların gönlüne yerleştirmeyi ise bir kurum üstlenecektir ve insanları yüceltmenin ancak insan ahlâkını yücelterek mümkün olduğunu bilen bu kurumun asırlar boyunca ismi, Tasavvuf Okulları’dır; tarîkatlerdir.
Geçmişten günümüze takdîr ettiğimiz, sevdiğimiz, beğendiğimiz, sözlerini şiirlerini dilimize doladığımız her kim varsa… Hangi meslekten ve hangi dinden yâhut hangi mezhepten olursa olsunlar öne çıkartıp isimlerini andığımız bütün büyük san’atkâr şâir, hattat, ressam, müzisyen, bestekâr; bunların her birini büyük-seçilmiş-üstün kılan müessese sâdece ve sâdece “tasavvuf”tur, tarîkatlerdir. Çünkü onlar, sıra dışı düşünmeyi ve yaşamanın sırlarını o okullarda öğrenmişlerdir.
İşte şu veyâ bu şekilde kendi milletine ve bu milletin îman hayâtına yabancı hattâ düşman kesilenler… Yazar, din adamı, akademisyen vesâireden ibâret bir zümre, o derece ihânet hâlindedir ki; zerre kadar fikir ve insanlık haysiyeti taşımadan, berrak-tertemiz suyla dolu olan bu kültür ve îman bardağımıza, yâni bu milletin gönül hayâtına ve tasavvufun kurumlarına, mensuplarına “boş” damgası vurmakta; gerçeği inkâr etmektedirler. Bu noktada bir kere daha Hazret-i Mevlânâ gibi bir zirve insanı hatırlamamak elde değil. O der ki:
“İnsanlar, câhili oldukları şeyin inkârcısıdırlar.”