Büyük bestekâr Hamâmîzâde İsmail Dede Efendi’nin (1799), çilesini (1) tamamlayıp Dedelik ünvânını alması, bu ayın son haftasına rastlar.
İstanbul semtlerinin en sâkin fakat en güngörmüş bir köşesi olan Yenikapı Mevlevîhânesi’nin bu genç müridi, çilesinin ikinci yılında bestelediği:
“Zülfündedir benim baht-ı siyâhım
Sende kaldı gece gündüz nigâhım”
Bûselik şarkısı, Dergâhın duvarlarından, şehre taşar taşmaz, san’at hareketlerini kulağı kirişte tâkip eden Üçüncü Sultan Selim’e de erişmekte gecikmemişti.
Kimdi bu çilekeş Mevlevî dervişi? Kim olursa olsun, Pâdişah için onu görmek bir arzu değil, bir karar idi. Bu karar ile derhal açılan sarayın kapısından, Musâhip Vardakosta Ahmet Ağa çıkarılarak, Dergâhın postnişîni Ali Nutkî Dede Efendiye gönderildi.
Fakat Şeyh Efendi, bu hâkânî emri, bir şarta bağlı olarak kabûl edebilirdi. Çile müddeti henüz dolmamış bir dervişin, gün kavuşmadan dergâhına dönmesi lâzımdı.
Yoksa çilesi kırılırdı, yâni, yeni baştan çileye soyunması lâzım gelirdi. Bir derviş için büyük san’atkâr, büyük âlim veyâ îtibar ve mevkî sâhibi olmak gâye değildi. Dervişlik, kendini kendi nefsinin tehlike ve esâretinden kurtarıp gerçek hürriyete kavuşturmak demekti. Yoksa, mevkî, şan ve şöhretin kazdığı gurur ve benlik kuyusuna düşüp helâk olmak mukadderdi. Derviş İsmâil’in de, Pâdişahtan ve halktan iltifat görmesi birer yol kesici harâmî ve tuzak olmamalı idi.
Belki her şeyden evvel, çileye soyunduğu bu köşecikte bir iç terbiyesini ve ruh nizâmını gerçekleştirmesi lâzımdı. Toyluğuna rağmen, girdiği yolun ölçülerine bağlı samîmî ve ihlâslı bir insan olan bestekâr, maddî mânevî iltifat ve ikramlara gark olduğu halde, Pâdişahın huzûrundan dönerken, bu ikbâl ve istikbâl ile mağrur değil, âdetâ mahcuptu. Eline sıkıştırılmış bir kese altınla koşa koşa dergâha doğru giderken birden, annesine uğraması lâzım olduğunu düşünerek yolunu değiştirdi. Çileye soyunmadan evvel, babasından kalma hamamı satıp bedelini muhtaçlara yedirmiş olduğu için annesinin canını sıkmış bulunuyordu. Şimdi bu eski hesâbı silecek fırsatı kaybetmemeli idi. Soluk soluğa çaldığı evinin kapısı açılıp, annesinin hayretten büyümüş gözleriyle karşılaşınca:
-Anne.. Hamam için artık üzülme. Pîrimin ihsânı.. Al senin olsun! Diye, acele ile keseyi bırakarak, gün kavuşmadan dergâha yetişmek üzere yeniden koşmağa başlamıştı.
Nihâyet binbir gün bitmiş ve genç derviş, dede olmuştu. Yalnız dede mi? Pâdişahın onu sıkı sıkı tutan eli evvelâ musâhipleri arasına katmış, sonra da “Ser müezzin-i şehriyârî” pâyesiyle taltif edilmişti.
Böylecede Dede, makamlardan işlediği mozayik seslerle san’at dünyâsında, lâhutî olduğu kadar beşerî de olan heyecanlar ve zaferler getirmeğe başlamıştı. Öyle ki asırlardır millî rûhun ve millî ihtiyâcın müşküllerini çözen, suallerini cevaplandıran, taleplerini karşılayan, sükûn ile çılgınlığın, ümit ile bezginliğin arasını düzenliyen besteler, âyinler, peşrevler, semâiler, şarkılar hevengine, şimdi de genç Dede, kendi tılsımlı heyecânından ihtizazlar katıyordu.
Ama Gâlip Dede ile şiir, İsmâil Dede ile mûsıkî, ecdâd ve san’at mîrasının son mîrasını îlân ede dursun, Üçüncü Sultan Selim devrinde inhitat, bir gerçekti. Memleket siyâsî, idârî, askerî bozgunlar ve buhranlar içinde başının derdine düşmüş bulunurken, bünyece de, ruhça da delik deşik olmuş bir cemiyet, İsmâil Dede gibi bir ganîmeti nasıl ele geçirmişti?Acaba bu mûcize, bir ölüm hastasının son hayat hamlesi, sönmek üzere olan meş’alenin ânî parlayışı gibi bir şey miydi?
Yoksa Dede’nin duyup duyurdukları, bir yıpranmış medeniyet bakîyesi değil de, sâdece kendi iç iklîminin, derviş gönlünün düzenli, vecdli ve hikmetli sesi miydi? Belki de Dede, kendini kendine ve dünyâya kazandıran o tarîkat potasında kaynayıp, benlik ve beşeriyet kirlerinden arınmamış ve ruh bütünlüğüne yetmemiş olsaydı, bir inkıraz asrında bu sırlı terkîbi, bu hacimli ve kudretli âhengi yakalayamazdı.
Âşikâr ki derviş kişi, bir iç saltanatının üslûp ve nizâmını cemiyete nakletmekle vazîfeli insandı. Kâh hâl, kâh kal, kâh vecd, kâh îman, kâh hikmet ve irfan yoluyla olan bu intikal, çoğu defâ san’at tarîkini ihtiyâr ederdi. İşte Dede de, hayat çilelerini kendinden ziyâde beşeriyet hesâbına çeken her büyük insan gibi, kanlı kılıçla hizâya gelmeyen kütleleri, rûhunun kemâl ve cemâlinden sızan bir anlaşılmaz şevk ve heyecânın sıcaklığı ile yumuşatan lâhutî bir ses ve nefesin tâ kendisi idi.
(*)Sâmiha AYVERDİ, Âbide Şahsiyetler, Sh.143-146
(1)Mevlevîlıkte “çile” dervişin bin bir gün hücrenişîn olarak o hücre devrinin gerektirdiği bilgiyi kazanıp terbiye edilmesidir.
30.3.1957