5.
Bunu yâni faydalı ve faydasız bilgiyi şöyle ayırt edeceğiz;
“Nasihatlerimle amel et, istersen beni adamdan sayma!..” diyecek kadar, kendini biz çamur adamlara vakfetmiş;
insanlaşmış olmanın şerefli mirâsını bizlere dağıtıp, sahiplendirmeye çalışan iddiâsız HİÇ’lere uyarak; onlara sorup, danışarak! Merhum Nihad Sami Banarlı Hoca, şöyle der:
“Bu vasıfları kazanmış büyük ve üstün insanlar, insanlık târihinin engin mâzili birer tesellisi olmuşlardır.
İnsanlar, onlarda kendi ideallerini, kendi varlık, iyilik, güzellik ve yücelik rüyâlarının ortaya çıkışını gördüler.
Bilmedikleri varlığını hayâl dahî edemedikleri her doğru ve gerçek bilgiyi onlardan öğrendiler. Onlardan örnek aldılar.”
Peki ama, onlar da herkes gibi insan bedeninde yaşarlarken; bu farklılık, bu büyüklük nedendir, nasıl bir büyüklüktür?
Şöyle diyelim:
Güzel bir çini tabağın, bizi büyüleyen renk ve motifleri… yâhut, bir yağlı boya tablonun karşısında ilk yaptığımız iş, “bunu kim yapmış?” diye o güzelliği ortaya koyanı merâk edip, öğrenmek değil midir?
Peki insanın, kendi yaratıcısını bilmesi, O’nu merak etmesi kadar tabii ne olabilir? İnsanın, Rabb’ini bilmesi bir ihtiyaç ve mecburiyettir. Vicdanlar, doğrudan doğruya bizi bu yöne iter.
İşte, gerçekten insanlaşabilmiş kimselerin: bize örnek teşkil eden uluların ululuğu buradan gelmektedir.
İnsanüstü bir varlık oluşlarından değil! İnsandan üstün bir canlı yoktur ama onlar, bu problemi çözmüşlerdir.
Bizlerle aynı kalıpta, aynı görünüşte:
hattâ aynı maddî ihtiyaçlar içinde bulundukları hâlde; onlardan göz ve gönül dolduran bir ışık buluşumuz: onlarsız olmadığımıza şükür edip,
onlarsız olamayacağımıza inanışımız; bu insanlarda, bizim, yalnız aklımız, bilgi ve görgümüzle değil: daha çok SEZGİMİZLE çözebildiğimiz bâzı sihirli kuvvetlerin tesirindendir.
Bu sihirli kuvvetlerin başlıcası da, AŞK’tır; evet, onların, bize duyduğu derin aşktır.
Bizi, onlara doğru bir mıknatıs gibi çeken; derin sevgi!
“Birbirini sevmeyenin” mümin sayılamayacağını buyuran Yüce Peygamber; bunu söylemiyor mu?
Koca Yûnus da, aynı Peygamber buyruğunu yerine getirmiş biri olarak:
“Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan Halka müderris olsa, hakikatte âsidür.” diyor ya… Onlar bizi:
“Yaradılanı hoş gördük Yaradan’dan ötürü…” diye,
menfaatsiz sevip, doğru yolu gösterirlerken; bizler, “hoş görmek” sözünü bile anlamıyor ve Yûnus gibilerin bu sözle neyi kastettiğini kurcalamıyoruz.
Hoşgördük sözü; sâdece kusûrunu bağışladık… Yaradan’ın hatırı için affettik, demek değil… hoş; yâni güzel gördük, uygun bulduk… “NÂHOŞ” görmedik, abes görmedik demek!
Bir Hak Dostu’nun bir Peygamber âşıkının sözlerini bile gerçek mânâsıyla anlamaktan
âciz olan kuru akıl; Allah Resûlü’nü nasıl anlar? Desteksiz, yardımsız, eğitimsiz ve hocasız, olacak iş midir bu?
O büyük insanlar, evet, bizleri bir aşkla severler. Fakat, bu öyle bir sevgidir ki; onların aşkında TEKELCİLİK de yoktur. Kendilerini, aşk duygularında bile hasetsiz kılmış… insanı çamurlaştıran bu kabil bayağılıklardan arınmışlardır.
Onlara çamur atsak bile, bizi sever sever severler.
İşte onlardan biri, hocasına sesleniyor:
“Tundan tuna gitmeyi, renkten renge girmeyi, senden değil derlerse, ya ben kimden öğrendim?
Yetmiş iki milletle, yetmiş türlü mezheple, izzet zillet mihnetle, vahdet kesret hicretle, hasret hasret hasretle haşır neşir olmayı, senden değil derlerse, ya ben kimden öğrendim.” (1)
(1)Sâmiha AYVERDİ, Hancı-Sh. 33