Günlerden 8 Haziran’dı ve İstanbul’un belirli semtlerinde âdetâ kıyâmet kopuyordu.
Aynı gün, iki genç insanın da tatlı bir telâş sebebiyle başları kalabalık ve işleri çoktu. Çünkü evliliğe doğru ilk adımı atacaklardı; söz kesilecekti.
Delikanlı, yaşlı olan anne – babasını Beyazıt’tan Fındıkzâde semtine binbir zorlukla ve yolun büyük kısmını yürüterek getirebildi.
Çünkü trafik kilitlenmiş;
binlerden ibâret müthiş bir kalabalık, bütün ana yolları oturarak kapatmış, Ülkücü üniversite gençliği, biraz önce işlenen yeni bir cinâyeti…
Benzerleri o güne kadar defâlarca yaşanmış sayısız vak’anın en tâzesi olan Yusuf İmamoğlu’nun hunharca şehâdetini protesto ediyordu.
1970 yılının 8 Haziran günüydü
ve o yılları yaşamayan çoğu kimse için bugün edilecek hiçbir îzahın, hiçbir tasvirin zerre kadar mânâ taşımayacağı bir Türkiye şartları söz konusuydu.
Kuduz köpekler hayvandır ve elbette mâzurdurlar, ama o günkü komünist-anarşist veled-i zinâlar insan kılıklıydılar, Türklük düşmanıydılar; ülkücü bildikleri herkesi, ellerine geçirdikleri silâhın namlusunda görmekteydiler.
İktidar sâhipleri ise, devletin her imkânı, her gücü ellerinde olmasına rağmen, çoğu zamanki gibi âcizdi…
Kendi insanını, kendi dostunu, kendi üniversitesini korumaya muktedir değildi.
Nitekim şimdi de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü talebesi Yusuf İmamoğlu’nun, fakültede, onca insanın gözü önünde; Vahram Apik, Ali Menekşe, Vural Yıldırımoğlu isimli kızıl hergelerle diğer üç yoldaşları tarafından öldürülüşünü sâdece seyrediyorlardı.
O gün evliliğe ilk adımı atanlar, ben ve eşimdi.
Unutmamız mümkün olmayan “ülkücü şehitlerden” biri de Yusuf’tur.
Şimdi düşünüyoruz, o yıllardaki inanmış, disiplinli- kontrollü, bilgi ve îmanla donatılmış ve sayıları yüzbinlerle anılan… Oturmasıyla caddeleri-yolları kapatan, taşkınlık yapmamakta son derece tutarlı “Ülkücü Gençlik” nereye gitti?
Beş binden fazlası, Yusuf İmamoğlu gibi şehit oldu.
Bir kısmı, “Omzu kalabalık mâcerâperestlerin” yaptığı ihtilâl sonucu işkence gördü, îdam edildi. Olan, ölenlere oldu.
Peki, gerisi?
Gerisi, “çeşitli” sebeplerle(!) un-ufak oldu.
Görünmez oldular, sanki kısa zamanda buharlaştılar.
Şimdi, dünkü kahramanlar için en mukaddes ünvan olan “ülkücüyüz” iddiası gene var ama… Düşe düşe bir zavallı Beberuhi’nin diline düşmüş ülkücülükten kim medet umabilir?
Ölenlerin sâfiyeti ve şehâdeti üzerine kendilerine taht düzenlere yuh!