Bu arada, Rus üniformalı bir yüzbaşı, masamıza yaklaştı. On rublelik bir kâğıt parayı masamızın üzerine bıraktı.
Ellerimizi sıkıp gitti. Onu, diğerleri takip etti. Yanımızdaki muhafız asker Ömer, bize:
-Bu gibi bağışları getirenlere karşı, teşekkür makamında «Âmin, Allahû ekber» deyip, ellerinizi yüzünüze süreceksiniz. Tataristan’da âdet böyledir, dedi.
Böylece, her para getirene târif veçhile «Amin, Allahû ekber» demeye başladık. Bağış müsâbakası yapılıyormuş gibi, para getirenler, arka arkaya sökün etti. Biz artık, «Âmin» demekten vakit bulup, kotletimizi yiyemez olduk.
Yemekler soğudu ama, masanın üzerinde, rublelerin miktârı bir hayli kabardı.
Lokanta müşterileri dağıldıktan sonra, Zeynel Âbidin Bey bize yeniden yemek ısmarladı.
Birer şişe de bira getirtti. Hiç de farkında olmadan, at etinden yapılmış yemekleri, tabak tabak atıştırdık. Biraları içtik. Önümüzdeki paraları Ali Rıza Bey saydı. 358 ruble dedi. Cebine indirdi.
O zamanlar, on ruble, bir Rus altını değerinde idi. Bir Türk altını yüz kuruş iken, on rublelik bir Rus altını, Türk parasıyla 120 kuruştu. Bu hesapla, 43 Türk altını yardım almıştık. Yemekten sonra, Zeynel Âbidin Bey, bize:
-Burada kalın, akşam da burada yatarsınız. Akşam yemeğine gelecek müşterilerden daha fazla yardım temin ederiz. Yemeniz, içmeniz benden. Benim misâfirimsiniz. Şimdi gideceğiniz yerlere gidin, akşam gelirsiniz, dedi.
Eşyâlarımızı ve bavullarımızı lokantada bırakıp, Ömer’le beraber, merkez kumandanlığına gitmek üzere çıktık.
Geniş caddelerden geçerek, merkez kumandanı generalin huzuruna çıktık. Yanımızdaki asker, topuklarını birbirine çarparak, şatafatlı bir selam çaktı.
Rus usûlü, «yaş visoki blaga rodi» kelimelerini telâffuz ederek, tâzimat/saygı hislerini ifade ettikten sonra, bizim, Türk esirleri olduğumuzu ve buraya, yardım parası toplamak üzere delege olarak Kostroma’dan gönderildiğimizi, burada Müslümanlar az olduğundan, eğer müsaade
ederse, Kazan’a gitmek ve oradaki Müslümanlar’dan yardım toplamak istediğimizi, kendisinin de muhâfız olarak bizimle Kazan’a gidip, tekrar Kostroma’ya götüreceğini söyledi.
Kumandan, ona:
-Sen, berâber mi geldin? Diye sorunca, bir temennâ/selâm çakarak, «da vaşe vısoki» (evet efendim) cevabını verdi. Bizlere hiçbir şey sormadan, kumandan: «Haraşo» dedi. Bu kelime, her şeyi halletmişti. İçimizden seviniyorduk.
Kumandan maiyet zâbitini/emir subayını çağırdı. Bize, iki günlük ekmek ve şimendiferde/trende bedava seyahat için propusk/izin kâğıdı vermesini emretti. İki saat sonra işimiz tamam olmuştu. İki günlük ekmek ve şekerle, izin kâğıdımızı verdiler.
Dışarı çıkıp, Moskova şehrinin nâdide yerlerini gezmek istedik.
Muhafızımız, bizi meşhur Kremlin’e götürdü. Napoleon Bonaparte’ın, önünde harp ettiği, fakat geçemeyerek ric’at eylediği/kaçıp geri çekildiği kale duvarlarını ve Kremlin Sarayı’nın avlusuna girerek, iç kısımlarını seyrettik.
Akşam karanlığı basmıştı, lokantaya geldik. Zeynel Âbidin Bey bizi karşıladı. Masaya oturduk. İstediğimiz yemekleri getirmelerini garsonlara emretti. Votka, bira ısmarladı, Müşteriler de yavaş yavaş gelmeye başladılar.
Zeynel Âbidin Bey, bir masanın üzerine çıkarak, öğle yemeğinde olduğu gibi uzun bir konuşma yaptı.
Herkesi yardıma dâvet etti. Yanımıza gelip oturdu. Türk olduğumuzu işitenler etrâfımızı aldılar. Herkes bir sual soruyordu.
Masamıza yaklaşanlar, mutlaka birkaç rubleyi masanın üzerine koyuyordu. Kâğıt para yerine, altın koyanlar da oluyordu. O zamanlarda, kâğıtla, altın para başa baş gidiyordu. Aralarında bir fiyat farkı yoktu.