Eğer Mevlâna’ya azıcık değer verseydik…
“Semâ Gösterileri”ne(!) duyduğumuz ilgiyi O’nun eserlerine gösterseydik, Merhum Ârif Nihat Asya’nın: “Azîz-i vakt idik… a’dâ zelîl kıldı bizi” diye belirttiği, bu günkü düşkün ve acınacak hâlimize râzı olur muyduk?
Bakın Hazret-i Pîr, Mesnevî’sinde binbir hikmet ve müjdeden birinde ne diyor:
“Âlemde halka imdâd eden bir takım arslan adamlar vardır ki, mazlumların feryat ve istimdatlarını işitince, onların yardımlarına koşarlar. Zulüm görenlerin feryâdını, onlar her yerden işitirler ve Hakk’ın rahmeti gibi o tarafa koşarlar.
Dünya bozukluklarının direkleri, gizli hastalıkların hekimleri olan o zevat-ı kiram… Şefkat ve rahmetten ibârettirler. Hakk gibi illetsiz ve rüşvetsizdirler. Bunlardan birine, “Bu yardımı niçin yapıyorsun?” diye sorsan; o, “Mazlumun gam ve kederi ve bîçâreliği için” cevabını verir.”
“Allah’ın arslan adamlarını” niye unuttuk?
Bunca musîbetten ibret alıp, neden onlara yönelmeyiz hâlâ? Kendimizi neden sorgulamaz ve neden düşünmeyiz? Müslümanlık için dilimize pelesenk olmuş bir söz de “İslâm, teslim dînidir” ifâdesi değil midir? Peki, ne demektir “teslim dîni”?
Sâmiha Ayverdi’nin bu suale cevâbı şöyledir: “Müslümanlık teslimdir. Yâni halkın, kendisinden emîn olmasıdır.”
Eğer İslâm’ın özüyle ilgilenen… tefekkür sâhibi bir ümmet isek; Halk, yâni hâlk olunmuş her varlı; İnsan, hayvan, bitki… Her şeyin bizden emîn olması için hakîkati arayıp bulmamız gerekmez mi?
Zîra, hakîkatten haberi olmayan kimseden böyle bir vasıf yâni “emînlik” beklenemez.
Çünkü neyin neden yaratıldığını idrâk edemeyen kimse, en başta “insan” bile değildir; o sâdece “beşer”dir, o kadar. Bir de işin şu tarafı var ki, Müslüman olmak kolaydır…
Asl olan ve bizden istenen “mümin” olabilmektir. Faydalı bilgiyi bulmak, o bilgiyle yaşamak; tatbîk etmek,… Teoride bırakmayıp, yaşayarak göstermektir. İşin kabuğunda oyalanmak değil, özüne ulaşma gayreti olacak!
Şems-i Tebrizî Hazretleri buyuruyor ki: (Bilgi, vâsıtadır; hakîkate ise buyruk dinlemek ve aşkla ulaşılır.)
Burada buyruk, Allah’ın buyruklarıdır elbette.
Yâni özene bezeye yarattığı biz insan kılıklılardan dîni ve Yüce Peygamberi vâsıtasıyla Allah’ın ne istediğini, doğru bilgiyi edinerek, anlamak…
Bu bilgiye göre amel etmemizdir istenen…” Gibi yapmak veya gibi yaşamak” değil, birer güzel ahlâk örneği olabilmek… Derviş veya şeyh taklidi yapmak da değil; insan adam olmak… Kulluk makamını kazanmak, hakîkati bulmak!
Allah’ın buyrukları da öğüttür fakat biz, kulların tavsiyesine, “öğüt”… Allah ve peygamberinin birer emir niteliğindeki öğütlerine ise “buyruk” demek edebini gösteririz. Onlara harfiyen uymaya çalışırız. Bu ise, “yaratılmışlara imdâd eden bir takım arslan adamlara” tâbî olmakle elde edilebilir.
Hazret-i Mevlânâ, birer öğütler manzûmesi durumundaki eserlerinde, öğüt verenlere çeşitli ipuçları ve prensipler tavsiye eder.
Kendilerine öğüt verilen insanları da altı gruba ayırır:
1-Öğütçü, öğüdünü kısa kessin diye evet diyen, kabul etmiş görünenler.
2-Ahmaklığı veya bilgisizliği sebebiyle öğütleri anlamayanlar.
3-Öğüt vereni kıskanarak, haset duygusuyla değerlendirenler.
4-Verilen öğütleri dinledikçe yasak şeylere karşı istekleri artıp, öğüdün tersini yapanlar.
5-Sapıklık içinde olup, gerçeği göremeyen ve öğütleri inatla reddedenler.
6-Ölüden bile öğüt alacak, her olaydan ders çıkartmayı bilen basîret sâhipleri.
(16 Aralık 2018 günü düzenlenen ”Hz.Mevlânâ Ummânından” başlıklı sohbetin 3’üncü bölümüdür)