Acemi İhtilalciler
12. Sonu yaklaşan onbeş yıllık Sultan Azîz devrinin
siyâsî ve idârî rengini gözden geçirirken, bir tarafta Jön Türklük tekliflerinin altındaki tehlikeyi sezen ve içtimâî bünyenin henüz hazır bulunmadığı meşrûtiyet fikrine karşı sert ve menfî olmakta ısrâr eden muhâfazakâr zümrenin dikine gidişi; dîğer tarafta ise inkılâp fikrini hâriçten idâre ederek inisiyâtifi eline almış olan perde arkası kuvvetlerin, vatansever Türk münevverlerinde ifâde bulmuş hamle ve mücâdeleleri; bu tablonun iç manzarasını teşkîl eder.
Bidâyette Sadrâzam Âlî Paşa, Jön Türk faâliyetini politik manevralarla idâre edip işi büyütmemek yoluna gitmişse de, dalganın gün günden kabardığını gören sadrâzam, Ziyâ Paşa’yı Kıbrıs Mutasarrıflığı’na; Nâmık Kemâl’i de Erzurum Vâli Muâvinliği’ne gönderivermişti.
Fakat bu da mevziî bir tedbirdi.
Zîrâ Mustafa Fâzıl Paşa, Jön Türk cemiyeti mensuplarını parlak vâidlerle Paris’e dâvet etmekte olduğundan, bir yolunu bulup Avrupa’ya kaçanların faâliyetlerini tahdit etmek mümkün değildi.
Nitekim Nâmık Kemâl de, Ziyâ Paşa da gizlice Paris’e gittikten sonra, Avrupa’nın muhtelif memleketlerinde “Hürriyet” ve “Muhbir” gazetelerini neşre koyularak hem Saray’ı, hem de Âlî ve Fuad Paşa’ları tazyik etmeğe başlamışlardı.
Bir ara Ali Suâvî de bu harekette rol almışsa da
fikir ve mizaç bakımından anlaşamadıklarından, kısa zamanda araları açılıp birbirlerinden uzaklaşmışlardı.
Şurası çok hazindir ki bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’na en ağır darbeyi vurmuş olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu Mustafa Fâzıl Paşa da, şimdi dedesi gibi, memleket menfaatlerini baltalayıcı bir mâcerâda bayraktarlık ederken, paşanın bu tutumundaki şahsî ihtiras ve gizli düşmanlığı Nâmık Kemâl ve Ziyâ Paşa gibi iki hamiyetli fikir adamı dahî anlamayarak, onun dâvet ve işâretiyle, vatan sınırlarından dışarı çıkmışlardı.
Gene şu da ne garip ki,
Sultan Abdülazîz’in Avrupa seyâhati esnâsında Âlî ve Fuad Paşa’larla barışan ve kendini günün birinde Osmanlı İmparatorluğu’nun sadâret koltuğuna namzed hayâl eden Mustafa Fâzıl Paşa, birden bire ihtilâl cemiyeti âzâsından yüzünü döndürerek, onları, koyu bir sefâlet ve ıztırapla baş başa bırakmak gibi, bir döneklik göstermekte de tereddüd göstermemişti.
Ne ise ki sarayın müsâmahası, bu acemi ihtilâlcilere de günün birinde el uzattığından birer birer memlekete avdet etmek imkânını bulmuşlardı.
Fakat artık siyâset sahnesinde Reşid,
Âlî ve Fuad Paşa’lar gibi kaliteli diplomatlar yerine Mahmud Nedim ve Hüseyin Avnî Paşa’lar gibi şahsî endişeler peşinde koşan basîretsiz ve kifâyetsiz adamlar türemişti.
Bu kifâyetsizlikleri yüzünden de dış siyâsette olduğu kadar, iç siyâsette de pot üstüne pot kırıyorlardı. Bu cümleden olarak, memlekete döner dönmez yeniden faâliyetlerine başlayan Jön Türkler’e karşı tedbir alıp gerekli bir yol tutamamışlardı.
Nâmık Kemâl’in çıkardığı “İbret” gazetesinin halk efkârını gıcıklayıcı neşriyâtı,
bir yandan da sahne temsillerinden faydalanmak sûretiyle umûmî galeyânı hızlandıran hareketlerin birbirini tâkîb etmesi, Nâmık Kemâl’in Magosa’ya, Ebüzziyâ Tevfik Bey ile Midhat Efendi’nin Rodos’a, Nûri ve Hakkı Bey’lerin ise Akkâ’ya sürülmelerine sebep olacaktı.
Fakat arkada kalan devlet adamları, böyle buhranlı ve çapraşık bir makineyi işletecek kifâyette kimseler değildi.
Bu atada Moskof emellerinin kışkırttığı Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan isyanları, bacayı saran yangın gibi büyüdükçe büyüyordu.
En kötüsü, iç politikanın kumanda köprüsünde yer almış bulunan General İgnatiev “taleb-i ulûm” arasına soktuğu ajanlar vâsıtasiyle medrese talebesini kışkırtıyor, telâş ve heyecâna düşürüyordu.
Uzakşark’dan göçmüş Müslüman muhâcirler pozunda medreselere talebe olarak yerleşen bu ajanların bir kısmı da Hristiyan talebe arasından seçilerek gayrı Müslim mekteplerde gençliği Türkler aleyhine hazırlıyorlardı.
Sâmiha AYVERDİ TÜRK TÂRİHİNDE OSMANLI ASIRLARI,Cilt 2,isayfa 367-369-