Hazret-i Mevlânâ, şöyle buyuruyor:
(“Allâh u Ekber” deyip, o şom nefsin başını kes! Kes de can, mahvolmaktan kurtulsun.
Ten, İsmâil’e benzer; can, Halîl’e!
Can, bu semiz bedeni yatırdı da Tekbir getirdi mi; Ten, kesilir; şehvetlerden, hırslardan kurtulur… Besmele’yle kesilmiş temiz bir kurban hâline gelir.
…Aklı, zekâyı sat da hayranlığı satın al!
Akıl ve zekâ, zandır… Hayranlıksa bakış, görüş!
Aklı, Mustafâ’nın önünde kurban et…”Hasbiyallah” de!
Yâni “Allâh’ım bana yeter”!
Kurbanlık hayvan, insana direnip kesilmekten; can vermekten vazgeçme kudretinde midir?
Hayır! Ne yapsa fayda vermez, itaate mecburdur.
“İnsanın emrine verilen” her şey gibi, o hayvan da böylece insana ulaşmak yolunda can vermekten geri duramaz. İnsan midesine ulaşır, besin olur… Yâni insanda fânî olur.
Yaratılan her şey, insanın emrine verilmiştir ama, insan da kendisini Yaratan’ın emrinde olmalıdır.
O’na itaatkâr olmalıdır. Ten’e yâni bedenî düşkünlüklere âit nefsânî kötülükleri İsmâil’e benzeten Hazret-i Mevlânâ, Can’ı da Halîl’e yâni İbrâhim Peygamber’e benzetiyor. Ten’e âit ne kadar kötülük varsa, onların kesilip kurban edilmesi sonucunda, insanoğlu Rabb’ine, “Evet, ben sana itaat ediyorum; işte hırsları ve şehvetleri kesip attım” demektedir.
Başka bir ifâdeyle: “İhtiyârınla öl, saadetle yaşa!” Hadîs-i Şerîf’inin hükmü, o kimse üzerinde gerçekleşmiş demek oluyor.
Yûnus’un: “Canım kurbân olsun senin yoluna/Adı güzel kendi güzel Muhammed” demesi de aynen budur. Zîra “hayvanî can”,O’nun uğruna kurban edilince, temizlenen; sâfiyet kazanan insanoğlu, yepyeni ve bambaşka bir ” can”la-İlâhî canla- gerçek hayâtı yaşamaya başlayacaktır.
(Rivâyet edilir ki, Yûsuf’u satarlarken, Mısırlılar, onu elde etmek aşkıyla yanıp tutuşuyorlardı.
Müşteriler çoğalınca, satıcılar, beş on misli ağırlığınca para istediler.
O sırada kanlara bulanmış ihtiyar bir kadın da, elinde birkaç tâne iplik yumağı ile kalabalığın tam orta yerine gelip, seslendi:
-“Ey Ken’an Yûsuf’unu satan tellâl! Bu çocuğu almak istiyorum ve aklım başımda değil; bunun için tam on yumak iplik eğirdim. Gel, yumaklarını al da Yûsuf’u bana sat! Başka söz söyleme, teslim et Yûsuf’u bana!”
Satıcı güldü ve dedi ki:
-“A saf kadıncağız, bu eşi bulunmaz inci senin kârın değil! Değeri, yüz hazîne dolusu altın… Sen nerede, yumaklarınla bunu almak nerede, a kocakarı!”
İhtiyar kadın, dedi ki:
-“Biliyorum bu çocuğu… Şu kadarcık yumakla onu hiç kimse satın alamaz! Fakat, dost olsun düşman olsun şu manzarayı görenler, bu kadın da onun müşterilerinden biriydi, derler ya… İşte bu, bana yeter!”) (Ferîdeddin Attar Mantıkel-Tayr, C. II, S.39)
Yûnus ve benzerleri, “Canım kurbân olsun senin yoluna” diyerek, O’nun yoluna canlarını pey sürebilirler; bu onlara elbette yakışır. Ama nefsânî huylarını kurban edemeyen;aklı zekâyı satıp da hayranlık edinemeyen bizim gibilere yetecek olansa, Yûsuf’u satın almak isteyen hanımın dile getirdiği nükteden öteye geçemez!