EVLİYA ÇELEBİ “Seyyâh-ı hakîr-i pür-taksîr”
Evliya Çelebi, tekke-medrese çatışmalarının yoğunlaştığı bir çağda yaşadı. Hayatı, aile çevresi, şahsiyeti ve eserine bakıldığında onu “sufi meşrep” biri olarak görmemiz gerekiyor.
Böyle düşünmemiz için pek çok sebebimiz bulunmaktadır. Evliya Çelebi, her şeyden önce tevazu sahibidir. Ünü tarihe mal olmasına rağmen adını gizlemiş, hocasının adı olan “Evliya” ismini kullanmıştır.
Üstelik bu adı da yanına “hakir”, “fakir”, pür-taksir…” gibi tevazu ve mahviyet ifade eden sıfatlarla birlikte kullanarak sufi adabına uygun bir tavrın içinde olmuştur.
Evliya Çelebi’nin tasavvufla ilgisi, öncelikle aile ortamından kaynaklanmaktadır.
Babası, “derviş” lakaplı Mehmet Zılli, bir Celvetiye dervişidir. Dost çevresi, daha çok mutasavvıf kişilerden oluşmaktadır. Evleri, derviş arkadaşlarının sürekli gelip gittikleri ve tasavvufi sohbetler yaptıkları bir yerdir.
Evliya Çelebi, işte böylesi bir ortamda yetişmiş, Nakşibendi-Halveti muhitleriyle münasebetleri olmuş, Mısır yıllarında orada bulunan Gülşeni şeyhinden biat alarak bu tarikatın dervişleri arasına katılmıştır.
Onun tasavvufla alakasını gösteren bir başka husus da soyunu ünlü Türk sufisi Ahmet Yesevi’ye bağlamasıdır.
Bütün bunlara, eserindeki tasavvufi unsurları da eklediğimizde onu o çatışma çağında tekkelerden yana tavır almış, tasavvufu içselleştirmiş; eserinden de tasavvuf ve tarikatlar konusunda çok önemli bilgiler vermiş biri olarak görmek durumundayız.
Mevlevi çevresi
Evliya Çelebi, tasavvufa duyduğu bu yakın ilgiden dolayı, gittiği yerlerde bulunan tekke, türbe ve ziyaretgâh gibi tasavvufi kurum ve yapıları da ziyaret eder.
Bu tekke, türbe ve ziyaretgâhın hangi tarikatlara ait oldukları, kurucu şeyhleri, dervişleri ve onlara ait menkıbeler ve inanış ve uygulamaları anlatır.
Hatta zaman zaman tarikat nedir? Tarikat kavramları nelerdir? Tarikat erkânı nedir?
Şeklindeki sorulara cevap olabilecek bilgiler de verir. Seyahatname’de elliye yakın tarikat hakkında bilgiler yer alır. Evliya Çelebi’nin, eserinde tarikatlar ve tasavvuf kurumları hakkında bilgiler verirken Mevlevilik’e de özel bir yer ayırdığını görürüz.
Onun bu bahiste söyledikleri daha ilk ciltten itibaren başlar ve eser boyunca devam eder.
İlk ciltte yer alan ilk bilgiler, babasının Mevlevi dostlarıyla ilgilidir.
Bunlardan Mevlevi Şeyhi İsmail Rasuhi Dede, Çelebi’nin doğumunda onun akika kurbanını kesmiş, Kasımpaşa Mevlevihanesi şeyhi Divane Abdi Dede, ağzında çiğnediği lokmayı “fıkara lokmasıyla yetişsin” diyerek ağzına koymuş, Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Hazret-i Doğani Dede ise, onu kucağına alıp havaya atarak “Bu oğlan, bu cihanda bizim uçmağımız olsun” buyurmuştur.
Seyahatname’nin ilk cildinde bu konuyla ilgili olarak yer alan bir başka detay ise, Çelebi’nin gezilerine başlamadan önce gördüğü rüyayı Kasımpaşa Mevlevihanesi şeyhi olan Abdullah Dede’ye tabir ettirmesidir. Bu durum, bir anlamda gezileri için ondan ruhsat alması şeklinde de yorumlanabilir.
Hazret-i Molla Hünkâr
Çelebi’nin Mevlâna ve Mevlevilik’le ilgili verdiği en geniş bilgi ise, 3. ciltte yer alır. Çelebi, Konya’ya 1058/1648 yılında İstanbul/Üsküdar’dan Şam’a yaptığı seyahat sırasında uğrar. Konya, onun için de öncelikle Mevlâna demektir.
Bu yüzden, ilgili bahiste Konya kalesi ve camileri hakkındaki kısa malumattan sonra “Konya’nın içinde ve dışında olan büyük evliyalar” bahsine geçer. Doğal olarak ilk sözleri Mevlâna üzerine olur.
Çelebi’nin Mevlâna hakkındaki ilk ifadeleri ise onu tanıtıcı sıfatlarla ilgilidir.
Şöyle der bu konuda: “İlahi sırların müftüsü, sonsuz nurların görücüsü, bilgi ışığı, yaratılmışların meşalesi, asfiyanın direği, evliyanın göz nuru eş-şeyh Hazret-i ulema.”
Benzer nitelemeler, ilerleyen satırlarda da “Yüksek bilgi istekçisi, irfan içkisinin taşıyıcısı, Hakk’a erenlerin öncüsü, muttakilerin dayanağı, ilim isteklilerinin istediği, imamet âleminin güneşi, keramet tahtının yıldızı, gören gözlerinin kaynağı, mücâhede bilimlerinin sahibi, vefa denizi, şifa kaynağı, asfiyânın bir tanesi, evliyanın öncüsü“ gibi nitelemelerle bu konuya devam eder.
Bütün bu ifadeler, onun Mevlâna’ya ne kadar büyük bir önem verdiğini ve ona nasıl bir muhabbet beslediğini gösteren sözlerdir.
Evliya Çelebi, bunlarla da yetinmez ve Mevlâna’nın yaşadığı çağ, şeceresi, biyografisi, eserleri ve makamı hakkında da bilgiler verir. Buna göre Belh’te doğan Mevlâna, çocukluğunda babası ve bütün yakınları ile önce Karaman’a, oradan da Konya’ya gelmişlerdir.
Olgunluk devresinde, Nakşibendî tarikatına intisap ederek Müslümanlara öncü olmuş, daha sonra Şems-i Tebrizî hazretlerinden fakr yolunu kabul ederek ondan da bütün Batıni bilimleri öğrenmiştir.
Çelebi, bu bahiste Mevlevilik tarikatının da Mevlâna tarafından kurulduğunu ve dört yüz binden fazla kimseyi de irşâd ettiğini söyler.
Daha sonra sözü vefatına getirerek babasının yanına defnolunduğunu belirtir.
Seyahatname’de Mevlâna’nın defnedildiği yer hakkında da oldukça tafsilatlı bilgilere rastlarız. Bu bilgiler, Mevlâna makamın o günkü halini göstermesi açısından bir hayli değer taşımaktadır. Buna göre; bu türbe, Sultan Süleyman Han tarafından yaptırılmıştır.
Daha nice melik ve sultan bu tekkeyi tamir ettirmiştir ama, Süleyman Han, Bağdad fethine giderken buraya iki-yüz kese masraf bırakmıştır.
Bağdad’ı fethedip geldikten sonra, önce bilginler sultanının oğlu Molla Hünkâr’ın sandukasını altın sırmalarla donatarak etrafını gümüş parmaklıkla çevirtmiş, sonra dört tarafına hüsn-i hat ile âyetler yazdırarak gümüş kapkacak, şamdan, buhurdan, gülsuyu kapları, meşalelikler, binlerce süslü kandil ve süslü avizeler ile donatmıştır.
Hazret-i Sultan el-Ulemâ’nın sandukasını hepsinden yüksek, Molla Hünkâr’ınki ondan alçakta yapılmıştır.
Mübarek başlarında Mevlevi külahları üzerinde beyaz sarıklar vardır. Keşmir ve Lahor şalları ve tılsân-ı sünnet-i Muhammedi ile öyle sevimli ve gösterişli kabirlerdir ki, bunları avludan gören insan, heyecana kapılıp adeta dehşete düşer.
Bu kabirler semahanenin kıble tarafına düşen köşesinde olup etrafları parmaklıklıdır. Üzerlerinde ayrı ayrı kubbeleri yoktur.
Mesnevi: Dervişlerin rehberi
Evliya Çelebi, Mevlâna’da söz ederken tabii olarak onun ünlü eseri Mesnevi’ye de temas eder. Ona göre bu eser, “Kur’an’ın açıklaması”nı yapan bir eserdir. Diğer yandan “hakikati arayan dervişlerin rehberi”dir.
“Hükmünü kıyamete kadar devam ettirecek ve gönül ehlinin sevgilisi olarak kalacak”tır. Mesnevi’nin bugün de bütün dünyada ne kadar büyük bir ilgiye mazhar olduğu düşünüldüğünde Evliya Çelebi’nin o zamanlar söylediği bu sözlerin ne kadar isabetli olduğunu ortaya koymaktadır.
Mum ve pervaneler
Mevlâna’nın etrafında her biri bir pervane hükmündeki yakın dostları da; Evliya Çelebi’nin bahsini ettiği bir diğer konudur. Evliya Çelebi, Mevlâna’nın en yakınındaki isimlerden biri olan Hüsameddin Çelebi’den “Din deryasına dalan, hakikat denizinin incisi” olarak söz eder.
Onunla ilgili verdiği diğer bilgiler ise şöyledir: Bu zat, “Hazret-i Mevlânâ’nın gözlerindendir. Mesnevî’nin yazılmasına sebep olan da odur.”
Seyahatname’de adı saygıyla anılan bir diğer isim ise; Sultan Veled’dir.
Ondan da “Din ve dünyanın sultanı, hakikat dağının anka kuşu” şeklinde söz eder. Sadrettin Konevi’yi ise “olgun ve tam bir mürşit” olarak anar ve bütün ilahi sırları Muhyiddin Arabi’den öğrendiğini belirtir.
Evliya Çelebi, Seyahatnamesi boyunca Mevlevilik yoluna bağlı başka isimleri de anar. Bunlardan en başta geleni, Mevlâna’ya “bütün batini bilimleri öğretti” dediği Şems-i Tebrizi’dir.
Onu, seyahatle ilgili rüyasını yorumlattığı ve “aşk-ı ilahide bir ehl-i hal kimse” dediği Kasımpaşa Mevlevihanesinin bânisi ve şeyhi Abdullah Dede, yine adından doğumu esnasında akika kurbanını kestiğini söylediği meşhur Mesnevi şarihi Kulekapısı Mevlevihanesi şeyhi İsmail Rasuhi Dede, aynı dergahta şeyhlik yapan Şeyh Adem Efendi ve Arzi Efendi, Beşiktaş Mevlevihanesi şeyhleri Hasan Dede ve Neyzen Derviş Yusuf, yine İbrahim Şahidi Dede, Seyyid Kemaleddin gibi Mevlevi büyükleri takip eder.
Çelebi, onlar hakkında da tanıtıcı bilgiler verir.
Dergâh-ı aşk: Mevlevihaneler
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ni Mevlevilik açısından önemli kılan bir yanı da Mevlevi dergâhları hakkında verdiği bilgilerdir. Seyahatname, bu açıdan tam bir bilgi hazinesidir.
Eserde, “Mevlevilerin merkezi tekkesi” dediği Konya’daki “müzeyyen” Mevlevi tekkesinden başlayarak tam otuz tekke/dergâh hakkında bilgilere rastlarız.
Bursa Mevlevihanesi’nden Kahire Mevlevihanesine; Ankara Mevlevihanesinden Yenikapı Mevlevihanesine, Edirne Mevlevihanesinden Saray Bosna Mevlevihanesine; Tokat Mevlevihanesinden Bağdat Mevlevihanesine, Kütahya Mevlevihanesinden Selanik Mevlevihanesine kadar uzayan bu listede yer alan Mevlevihaneler, denilebilir ki o yüzyıldaki durumları hakkında en yakın gözleme dayalı bilgilere Seyahatname ile kavuşmuşlardır.
Mevlevihaneler ile bilgiler, onların kurucularından, mimari yapılarına, burada yapılan ayinlerden, şeyh ve dervişlerine kadar geniş bir muhteva içinde verilir.
Türbeler ve ziyaretgâhlar
Evliya Çelebi, Mevlevilik’le ilgili anlatımlarında Mevlevi türbelerini de ihmal etmez.
Konya’da bulunan Mevlana Celaleddin Türbesi’nden başlayarak ziyaret imkânı bulduğu bütün türbelerden bahseder. Sultan Veled, Çelebi Hüsameddin türbeleri, Azerbaycan’da olduğunu söylediği Şems-i Tebrizi türbesi, Erzurum’daki Şeyh Halid Efendi türbesi, İstanbul’daki Şeyh Abdi Dede türbesi, onun adını andığı ve haklarında bilgi verdiği türbelerden bazılarıdır.
Evliya Çelebi’nin malumat verdiği bir diğer konu ise Mevlevi büyüklerine ait ziyaretgâhlardır. Balkanlardaki Şeyh Üryan Mehmet Dede ziyaretgâhından başlayan bu listede Kütahya’daki Ergun Çelebi, Afyonkarahisar’daki Divani Çelebi ziyaretgâhı da yer alır.
Sonuç
Evliya Çelebi Seyahatnamesi, özetlemeye çalıştığımız bu bilgilerden dolayı Mevlevilik tarihi açısından da en önemli kaynaklardan biri olma özelliği kazanır.
Daha önce de söylendiği gibi eserdeki bu bilgiler, bir seyyahın sadece gözlem yoluyla edindiği bilgiler olmanın ötesindedir. Evliya Çelebi, sufiliğe duyduğu ilgi ve intisabın da bir sonucu olarak tarikatlarla ilgili konuları içten bakışın bir sonucu olarak aktarır. Onun bütün tarikatlara ilgi ve sevgiyle yaklaştığı muhakkaktır.
Ama Mevleviliğin onda özel bir yerde durduğunu söylemek de mübalağalı bir ifade olmasa gerektir.
Mustafa ÖZÇELİK – Türk Edebiyatı,Sayı 455/Eylül 2011