Burada bir hâtıramı arz edeyim:
Semerkandlı dostlarımdan Karî Mahmud Bey, her hafta Cuma tâtilinden istifâde ederek, bizlere Semerkand’ın bir tarafını gezdiriyor ve eski eserleri hakkında izahat veriyordu. Sıra, Semerkand vilâyetinin ikinci derece şehirlerinden Çizak kasabasına gelmişti. Buraya gitmek için tek atlı arabaya bindik.
Türkistan’ın tipik arabaları vardır; Tekerleklerinin çapı iki metreyi bulur. Tabiatıyla arabanın dingili de o nisbette yüksektir. İçine minderler serilir, yastıklar konur, bağdaş kurulup oturulur.
Arabacı da koşulu olan atın sırtına vurur.
Çizak yakınında “Timurlenk Kapısı” denilen oldukça geniş bir vâdiye girdik. Bu vâdide yüksek bir kaya üzerine oturtulmuş, cilâlı taştan sütun üzerinde Farsça birkaç satır yazı vardı. Türkçeye tercüme ettirdik. Şöyle deniyordu:
“Cenâb-ı Hak, saltanatında dâim etsin. Kudretli, şevketli Orta Asya pâdişahlarının pâdişâhı Uluğ Bey Hazretleri, Moğollar üzerine açtığı muhârebede 820 Hicrî senesinde bu mahalde vuku bulan meydan muhârebesinde Allah’ın yardımıyla gâlip gelmiştir.”
Bu vâdide tesâdüf ettiğimiz diğer bi sütun üzerinde yine Farsça şunlar yazılıydı:
“Hicret’in 879 senesinde, şevketli büyük hâkan İskender Hân’ın oğlu Abdullah Hân Hazretleri’nin 30.000 kişilik ordusu ile buraya gelip, Baba Hân ile Bozak Hân’ın oğulları ve 50 kadar akrabalarının kumandasında Türkistan, Taşkend, Fergana ve Deşti-Kıpçak taraflarından
topladıkları 400.000 kişilik büyük bir ordu ile üç gün üç gece devam eden meydan muhârebesinde, Allah’ın emri ve Peygamber’in yardımı ile galebe çaldıklarını îlân için bu taş sütun, Hâkan’ın emriyle muhârebe meydanına dikildi. Muhârebenin hitamından bir ay sonrasına kadar Çizak ırmağının suyu, kanlı akmıştır…”
Semerkand’da yaşayan ahâlinin bir kısmına Tacik denir.
Tacikler, Semerkand ve Buhara havâlisinde yaşarlar. Farsça’yı iyi konuştukları gibi, Türkçe’yi de mükemmel konuşurlar. Ahlâk, âdet ve millî hisler bakımından tam mânâsıyla Türk’türler. İran hududunda bulundukları cihetle, Acem medeniyetinin tesiri altında kalmışlardır.
Orada bulunduğumuz müddetçe yaptığımız telkinler sâyesinde milliyetlerine daha fazla sarılmış ve mekteplerinde yalnız Türkçe’yi kabul ederek, Farsça’yı reddetmişlerdir. Toplantılarda, derneklerde, ziyâfetlerde Türkçe’yi umûmîleştirmeye gayret ediyorlardı. Tacikler’in bir kısmı Sünnî, bir kısmı da Şiî mezhebindendirler.