(1 Eylül 1922-Dumlupınar)
En geniş hayâle sâhip beyinler, en geniş fikirler böyle bir eseri yaratamaz, canlandıramaz. “Yaratamaz” derken, hayâlen yaratmayı söylüyorum. Fakat işte, hayâlen tasavvur edemediğimiz şey, gerçek oldu.
Türk’ün bu zaferi bir tesâdüf veyâ bir şans eseri midir? Türk’ün zaferi, düşmanının zayıflığından mı kaynaklanmıştı? Aslâ!
Düşmanımız sayıca bizden az değildi.
Cephane ve donanım bakımından ise, bizden kat kat üstündü. Düşman topraklarında bulunmak ve galip durumda olmak da ayrıca üstünlük sebepleriydi.
O hâlde zaferin sırrını, Türk yüksek komuta hey’etinin yüksek dehâsında, Başkomutan’ın dehâsında aramak en doğru yoldur.
Ah Türk! Sen, iyi yönetildiğin zaman, dünyânın en mükemmel, en medenî mahlûkusun!
Kuvvetini, kudretini suistimâl edenler kahrolsun!.. Bugüne kadar zaferin büyüklüğünü idrâk edemedik. Büyüklükler, yücelikler ve hârikalarla çepeçevre yaşayan bir insan, etrâfında ortaya çıkmış büyüklüklerin değerini gereği gibi göremez.
Hakîkati görmek için; bu muazzam işin büyüklüğünü takdir için, biraz bu çevreden ayrılmak, uzaktan ve yüksekten bakmak lâzım geliyor!
İşte, Onbirinci Fırka’nın cephesinde düşmanın mağlûbiyet ve perişanlığını tasvir eden bir levha!
O ne fecîdir Yârabbi! Ölüm ve kan kokan bu manzara, insanın rûhunda ne kuvvetli felsefeler, ne ciddî isyanlar uyandırıyor!
Hakk’ın kuvveti, halkın kudreti… Bu ikisi birleşince ne güzel bir manzara ve netice çıkıyor.)
4 Eylül 1922
Uşak’ı da terk ettik. Eşme’ye geldik. Bir kazâ merkezi. Yunanlılar bu şehri de bir yangın harâbesine çevirmişler.(…..) Mert ve nâmuslu düşmanına erkekçe karşılık vermek kudret ve kabiliyetinden yoksun; şerefsiz Yunan ordusu, bütün hırs ve intikamını zavallı ve savunmasız köylülere zulm etmek, köylerini yakmakla dindirmek istiyor.
Yâ Rab! Bu adâletin tecellîsi bile düşmanı uykudan uyandırmayacak, zulümlerinden dolayı tövbe ettirmeyecek gibi…
Çakal Köyü’nde biraz durduk. Dördüncü Kolordu kıtaları geçiyor. Köylü kadınların heyecan ve sevincine pâyan yok! Yersiz yurtsuz ve eşyâsız kalmış olan bu zavallıları gene böyle bir heyecana; askere su yetiştirmeye yönelten ruh, ne büyük, ne mûcizeli şeydir!
İçlerinden biri:
“-Kemâl’imizi ne yaptınız.. buradan geçti mi?” dedi.)
6 Eylül 1922 – Alaşehir
Eşme’den hareketle Alaşehir’e geldik. Düşman kundakçılığının en fecî eseri bu şehirde, Sarıkız Suyu’nda. Şehirde dört bin evden yirmi ev kalmamış. Halka da çok zulüm yapmış, kadınların ırzına geçmişler… Yol üzerindeki bütün köyler yangın ve harâbe! Avrupalılar gelsinler de Yunanlılar’ı görsün!..
Bu şirin Alaşehir’in, bu güzel şehrin uğradığı zararlar telâfi edilecek mi? Yolda rast geldiğimiz iki kadın… İki kız… Biri ne kadar güzel!
Alaşehir eşrâfından bir zâtın kızları.
Aman Yâ Rab! İnsana ne yakın şeyler, ne mûnis mahlûklar… Tesettür mes’elesini biz şimdiki hâliyle korumaya çalışmakla neler kaybediyoruz! Samîmî ve sâde, anlatıyorlar. Bu âileye uygulanan zulüm pek acıklı. Zavallılar neler çekmiş!
Arada sırada:”Fakat hiç olmazsa nâmusumuzu kurtardık; onu koruduk” diye kendilerini tesellî ediyorlar.
Hâlide Hanım’ı görmek istediler, halk birikmiş, sanki bir mûcize bekliyorlar. Ne yatacak yerleri, ne yiyecekleri var. Derken, karşıdan bir esir kafilesi göründü. Halkta bir hareket, bir heyecan.
Sonra, hücum! 95 esir, üç dakikada buharlaşıp, uçtu sanki…
Biri, bir Yunalı’nın cesedinin üzerine eğilmiş, nutuk söyler gibi, heyecanla bağırıyor:
“-A mel’un! Annemi kestin, babamı ve karımı öldürdün. Fakat, kız kardeşimin niçin ırzına geçtin?” diyor ve gebermiş cesedine sopayla vuruyordu.)
7 Eylül 1922 – Sâlihli
Alaşehir’den ayrıldık. Paytonla Sâlihli’ye kadar geldik. Yol boyunca rastladığımız düşman cesetleri, tâkip harekâtının ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Bütün köyler yakılmış. Yolda köylülere soruyoruz: “Nasıl yaktı?”
Açıklama yapıyorlar: “Benzin, kundak, özel müfrezeler…”Yâni, sistematik bir gayret…
Mezarlığı bile yakmışlar. Niçin? Sebebi ne? Vahşet ve alçaklık!
Mezar taşları yıkılmış. Sâlihli halkına zavallı şehrin sekizde biri kalmış.
Fâcialar yurdu Anadolu.