Cuma, Ekim 11, 2024

O ve Şaka

Peygamber Efendimiz’in hayâtını inceleyen eserlere bakıldığında, O’nun en fazla şakalaştığı kimselerin çocuklar olduğu hemen görülüyor. Kezâ hanımlarına da fazla şaka yaptığı bilinen Peygamberimiz; kimsenin alâka göstermediği ve çevresinden sevgi ve ilgi bekleyen fakir insanlarla da özellikle şakalaşmıştır.

Demek oluyor ki şaka; bâzı insanlara, gerçeği söylemenin bir başka üslûbudur.

Çocuğa, yaşlı, kadına, ihtiyara, alıngana, ince ruhlu ve beklentisi olan kimselere, bir kısım hakîkatleri anlatma tarzıdır.

Ayrıca Peygamber Efendimiz; alay etme, hafife alma, dalga geçme, küçük düşürme gibi insanca olmayan maksatlarla yapılan şakalar şiddetle kınamıştır. Demek ki eski insanların çok kullandığı “Lâtîfe lâtif gerek” sözünün dayanağı, kaynağı işte bu peygamberâne üslûptur.

Şimdi, konuyla ilgili olarak, Prof.Dr. Ali YARDIM’ı dinleyelim:

(…Bizim “şaka” diye tercüme ettiğimiz kelimenin, dinî metinlerdeki karşılığı “mizâh”dır. Hemen ifâde edelim ki, Türkçemizdeki “şaka”, dinî metinlerdeki “mizâh”ın tam karşılığı değildir.

Dilimizdeki şakanın; şaşırtmak ve aldatmak için söylenilen gayr-i ciddî söz ve davranış gibi esnek anlamları da vardır. Esâsen her iki kelime, yâni mizâh ve şaka, bugün lisânımızda, farklı kullanışlarla yaşamaktadır.

Bâzı kimselerin aklına gelebilir: Peygamber de şaka yapar mı?

Peygamber ile şaka kavramı arasında bir tezat, bir uyumsuzluk yok mu? Üstelik gülmeyi ciddiyetsizlik, şakayı da hafiflik telâkkî eden kimselerce, böyle bir zihin tereddüdü hiç de yersiz değildir.

Özellikle de, gerçek Müslüman denince; alabildiğince kasılan, olabildiğince kurulan; son derece ciddî, fevkalâde sert; yüz hatları gergin, nazarları tedirgin; ifâdeleri tâvizsiz, değer hükümleri temyizsiz bir insan tipi canlandıran kişilerce, böyle bir soru bile abes karşılanabilir.

Nitekim, şaka kavramı ile,

Hazret-i Peygamber’i birlikte düşünmenin tedirginliği bir tarafa, Peygamberimiz’in ashâbı ile ilgili olarak da, buna benzer merak giderici sorular sorulagelmiştir. Meselâ ashâbı göremeyen üçüncü nesil insanları (etbâu’t-tâbiîn), onları gören ikinci nesilden (tâbiûn) Muhammed b.Sîrin (ö:110/728)’e sormuşlardır:

-“Hazreti Peygamber’in ashâbı da şaka yapar mıydı?”

İbn Sîrin’in verdiği cevap:

-“Onlar da insandı!” şeklindedir. (….)

Kaynaklar, Hazreti Peygamber’in terbiyesinde yetişen sahâbîlerin, büyük bir ruh disiplini içinde geçen yaşayışlarını şöyle ifâde etmişlerdir:

“Resûlullah Efendimiz’in ashâbı, kendi aralarında şakalaşırlar, hattâ birbirlerine kavun karpuz kabuğu fırlatırlardı. Fakat prensipler karşısında hemen ciddîleşirler ve önemli bir iş ortaya çıktığında, şakayı bırakıp, o işin gereğine uygun tarzda vekarlarını takınırlardır.”


Hazret-i Peygamber’in yaptığı şakalardan örnekler vermeye geçmeden önce, burada, eldeki vesîkaları, kendi bütünlüğü içinde bir değerlendirmeye tâbi tutmamız yerinde olacaktır. Mevcut belgeler gözden geçirildiğinde, kendimize şu soruları sorma ve cevaplarını arama gibi bir durum ortaya çıkmaktadır:

Resûlullah Efendimiz niçin şaka yapardı?

Şakalarının arka plânında yatan gerçek ne idi? Resûl-i Ekrem Efendimiz daha çok kimlerle şakalaşırdı? O’nun şakalarının hedefi ve çerçevesi ne idi?

Her şeyden önce,bir durum tesbîti yapmakta fayda vardır. Şöyle ki; Peygamber Efendimiz’in dış görünüşü son derece heybetli idi.O’nun bu durumu, özellikle bir kısım hilye ve hadîs metinlerinde, olayı yaşayanlar tarafından vurgulanarak belirtilmiştir.

O’nu ilk görenler ve iç hâlini çok yakından tanımayanlar; hep, korkuya kapılıp titremişler, dilleri tutulup konuşamamışlar, çekinme ve sıkılma duygusuna düşüp acı acı ter dökmüşlerdir.

Böyle durumlar karşısında, muhâtabını yatıştırmak için, Fahri Kâinat Efendimiz:

“Ben, ne bir kralım, ne de bir zorbayım; bil’akis, Mekke’de, et kurusu yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum!” diyerek, kendini, halktan biri seviyesine alabildiğince çekmeye çalışırdı.

Yeni karşılaşanların bu hâli bir yana, devamlı berâber olanlar arasında da, Peygamber-i Ekber’in yüzüne doya doya bakamama sıkıntısı çekenler vardı.

Vardı değil, bakabilenler çok azdı.

Hattâ toplantı hâlinde iken, Hz.Ebû Bekir ve Hz.Ömer dışındaki ashâbın, hep önlerine baktıkları; Hazreti Peygamber’le sâdece bu iki sahâbînin gözgöze gelebildikleri söylenir.

Bu durum, daha sonra Mısır Fâtihi unvânı ile târihe geçecek olan ‘Amr İbn’ül-‘Âs âhir ömründe şöyle dile getirir:

“Resûlullah Efendimiz’le uzun zaman birlikte bulundum. Fakat, O’nun huzûrunda duyduğum utangaçlık hissi ve O’na karşı beslediğim tâzim duygusundan dolayı, başımı kaldırıp da doya doya mübârek yüzlerine bakamadım.

Eğer bugün bana: “Bize Resûlullah’ın vücut yapısını anlat!” deseler, inanın beceremem.”

(…İşte, gerek yaradılışındaki heybetli hâli, gerek ilâhî vahyin muhâtabı oluşu, Peygamber Efendimiz’i, diğer insanlardan farklı bir konuma oturtmuştu. Bu sebeple tevâzû ve şaka, O’nun bu konumunu perdelemek (kamufle etmek) ve sıradan insanlara daha da yaklaştırmak için takındığı bir tavır idi.


Medîne çevresindeki çöl sâkinleri arasında Zâhir adında birisi vardı ki o, Peygamber Efendimiz’in can ve gönül dostu idi. Ne var ki Zâhir, oldukça fakir ve kimsenin iltifat etmeyeceği ölçüde de çirkindi.

Zaman zaman kendi yetiştirdiği mahsûller ile çevreden sağladığı çöl ürünlerini satmak üzere Medîne pazarına inerdi.

Her gelişinde de, aksatmadan Resûlullah Efendimiz’i ziyâret eder ve çam sakızı çoban armağanı cinsinden hediyesini hiç eksik etmezdi.

Hazreti Peygamber de, dönüşünde, şehirde bulunan hediyelerle onu donatıp: “Zâhir bizim çölümüz; biz de onun şehriyiz” diyerek onun gönlünü alıp uğurlardı.

İşte adı geçen bu Zâhir, günlerden bir gün,

Medîne pazarında, çölden getirdiği malları satma çabasında iken, onun saf ve sevimli hâlini geriden tâkip eden Peygamberimiz, sessizce arka tarafından gelerek Zâhir’i kucaklar ve elleriyle gözünü kapar.

Zâhir, durumun farkında değildir: “Gözümü kapayan kimse, bıraksın!” diyerek, tutan eli çözmeğe çalışır. Bir ara göz ucuyla fark eder ki, arkasından kucaklayıp gözünü kapayan kimse, Hazreti Peygamber’in ta kendisidir.

Böylece neş’esi artan Zâhir, bu def’a da tam aksine, Resûlullah’ın göğsüne sıkı sıkıya yaslanmaya çalışmakta, O’ndan hiç ayrılmak istememektedir.

İşte, Zâhir’in bu hâlinden son derece hoşlanan Hazreti Peygamber,

şakasına bir yenisini daha ekleyerek, köle hüviyetinde onu satılığa çıkarmıştır:

-“Bu köle satılıktır; almak isteyen var mı?!” diye yüksek sesle ünlemeye başlayınca; Zâhir, boynu bükük ve hüzünlü bir tavır ile:

-“Yâ Resûlallah! Benim gibi değersiz bir köleye, vallâhi kuruş veren olmaz!” der.

Şakasının tam hedefe ulaştığını gören Hazreti Peygamber, esas nükteyi yerine oturtur:

-“Hayır yâ Zâhir! Sen, Allah katında hiç de değersiz değilsin. Sen, nezd-i ilâhîde son derece kıymetli ve pahalısın!”


İhtiyar kadının birisi Peygamber Efendimiz’e gelerek:

-“Yâ Resûlallah! Beni cennetine koyması için Allah’a duâ edin” der. Peygamber Efendimiz ise:

-“Cennete, koca karılar giremez ki..!” karşılığını verir.

Verilen cevâbın nüktesini anlayamayan kadıncağız üzülür ve ağlayarak döner gider. Hazreti Peygamber, yanındakilerden birisini arkadan göndererek: “Söyleyin ona! Koca karılar, cennete, ihtiyar olarak girmezler.

Zîrâ, Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Biz, cennet kadınlarını, dünyâdaki yaradılışlarına benzemeyen bir yaradılışta yarattık. Onları kız oğlan kız bâkireler kıldık. Onlar, kocalarına gönülden âşıktırlar; ve hepsi de, birbirinin yaşıtıdırlar” buyuruyor diye haber gönderir.


Adamın birisi Peygamber Efendimiz’e gelerek, O’ndan, kendisini taşıyacak bir binit istemesi üzerine:

-“Ben seni, dişi devenin yavrusuna bindirmek istiyorum!” dediler.

-“Yâ Resûlallah, ben dişi devenin yavrusunu ne yapayım; o beni taşıyamaz ki..!” deyince,

-“Devenin büyüğünü dişi deveden başkası mı doğurur?!” buyurdular.


Enes b.Mâlik anlatıyor:

Resûlullah Efendimiz, biz çocukların arasına karışır ve bizlerle şakalaşırdı. Hattâ bir gün, küçük kardeşimin gönlünü almak için, ona: “Ebû Umeyr! Nuğayr ne oldu?!” buyurdular.

Böyle demelerinin sebebi şudur: O küçük yavrucağın, Nuğayr denen (gagası kırmızı, serçe büyüklüğünde, bülbül cinsinden) bir kuşu vardı. Onunla oynayıp gönlünü eğlendiriyordu.

Günlerden bir gün kuş öldü.

Dünyâsı kararmış olan çocuğun üzüntüsü sonsuzdu. İşte bunu haber alan Hazreti Peygamber, yavrunun üzüntüsünü paylaşarak, lâtîfe yollu: “Eee Ebû Umeyr! (Ömerciğin babası) Söyle bakayım, Nuğayr ne oldu?!” buyurdular.


Peygamber Efendimiz’in:”benim ikinci anamdır” dediği Ümmü Eymen, bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz’e gelerek O’nu evine çağırır:

-“Ya Resûlallah! der, Kocam sizi çağırıyor!”

-” O da kim; hani şu gözlerinde beyazlık olan adam mı?”

-“Kocamın gözlerinde beyazlık yok yâ Resûlallah!”

-“Evet, gözlerinde beyazlık var!”

-“Vallâhi yok yâ Resûlallah!”

-“Hiçbir insan yoktur ki, gözlerinde beyazlık bulunmasın!”


Sâdece bir kaçını buraya aldığımız örneklerden ve daha pek çok vesîkadan da anlaşılacağı üzere, Hazreti Peygamber’in şakalarında, bir kısım incelikler dikkati çekmektedir:

Şaka; bir gönül alma ve karşıdaki insanın dilinin bağını çözme vâsıtasıdır.

Şaka; büyüğün, bulunduğu azamet kürsüsünden inip, küçüğün arasına karışma tavrıdır.

Şaka; insanın kendisini bilmesinin, kendine güvenmesinin bir tezâhürüdür.

Şaka; makam, mevkî, şöhret; para, mal, mülk; ilim, ibâdet, hayrât sâhibi kimselerin, bunları putlaştırmadığını gösteren bir istiğnâ hâlidir.

Ve şaka; kaldırana yapılır, ondan anlamayana değil!

(*) Peygamberimiz’in Şemâili, Prof.Dr. Ali YARDIM – İstanbul 1998/Damla Yayınevi

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Rıza Tekin UĞUREL
Rıza Tekin UĞURELhttps://www.dertlidolap.com
..1987 yılında kurulan Kütahya Aydınlar Ocağı Derne­ği başkanlığını uzun yıllar yürüten Uğurel, hâlen (KÜMAKSAD) Kütahya Mevlânâ Araştırma Kültür San'at Derneği'nin de başkanı olarak mûsikî, kültür ve san'at faaliyetlerini sürdürmektedir.
Benzer Yazılar
- Advertisment -

Popüler Yazılar

error: Muhtevâ korumalıdır!