Gönül yolunun büyükleri bizlere şu işâret taşlarını bırakmış:
“Bu kâinat, okunmak için önümüze konulmuş bir kitap…”
“Kâinat kitabını okuması gereken insanın kendisi, bir kitap!”
“Oku!” buyuran Rabb’imizin emri de bu değil mi?
Öyleyse okumanın ve bilginin ötesinde bir rütbe ve makam yok, bunun sınırı da yok!
Bir şâir:
“Dünyâda en güzel yer, rahvan atın sırtı… Zamân içinde en hayırlı dost ise, kitaptır” demiş.
Bir başkası, yaşadığı devrin âdetlerinden olan “pazarlarda oturmanın kötülüğünü” dile getirdikten sonra şunları söylüyor:
“…Bunların arasında kötü olmayanlar da vardır.
İşte sana yiğitlerin ve edeplilerin sermâyesi; At pazarından, silâh pazarından ve kitap pazarından başkasına yaklaşma!”
Osmanlı, okumaya ve kitaba öyle düşkün ki; fethettiği ülkelerle yaptığı anlaşma maddelerine mutlaka istediği kitapların listesini koyuyor.
Kitap almaya para yetiştiremediği için kitapçı dükkânlarını kirâlayıp sabaha kadar kitap okuyan insanlar da hep eski devirlerde kalan bilgi meraklıları; El Câhiz gibi!
“Kalem, kılıçtan üstündür. Zîra kılıç, sâdece yakın mesâfeden tesirlidir. Hâlbuki kalem, çok uzaktan da tesir eder” diyenler de gerilerde kalmış…
“İlim sâhibinin dostu çok olur, mal sâhibinin ise düşmanı!” diyen Hazret-i Ali de…
Birine sormuşlar:
-Neyi sermâye edinelim? Diye.
Şöyle cevap vermiş:
-“Bindiğiniz gemi battığı zaman sizinle birlikte yüzebilecek şeyleri… Yâni bilgiyi!”
“Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” buyuran, Yüce Peygamberimiz değil mi?
Kâinat kitabını okumaya ömrü yetmeyen insan! Kendi kitabını okumanın yol ve yordamını bilmeyen insan!
Bilginin efendisi olmak için, çalışmanın ve bir “bilge”nin uşağı olmak gerektiğini idrâkten uzak insan!
Çamurdan yaratılıp, insanlaşması gerekirken çamur kalmayı insanlık zanneden Beşer!
Bu kitap, kendi başına okunmaz!