Dışarıdan bakınca eski, köhne fakat içi sâde ve temiz bir ahşap evde, beş kişiydiler.
Üçü misâfir, ikisi evsâhibi olan bu beş kişiden dördü kadındı. Erkek, bir köşede ha var, ha yok… Bir “vav” gibi iki büklüm oturan; yüz on beş yaşındaki Hasan Dede’ydi.
Herkes susuyordu.
Nihâyet Hasan Dede, kadınlardan birine doğru seslendi:
-Nereden geliyoruz dedin kızım?
-Aaa… Bilmiyormuş gibi niye soruyorsun Dede? Kendin çağırdın ya…
İhtiyar adam tekrar sordu:
-Aç mısınız?
-Sağol, karnımız tok!
Üç misâfirden hep aynı kadın konuşuyor; isim geçmediği hâlde sualler ona soruluyor, cevap veren de dâimâ Ayşe Hanım oluyordu.
Zîrâ o, buralara kadar sırf bir rüyâ üzerine gelmişti. Nur yüzlü ihtiyarla dünyâ gözüyle ilk görüşmeleriydi. Ama rüyâda kaç kere karşı karşıya gelmişler; Ayşe Kadın, ısrarla bir yangından söz açmış ve Hasan Dede de bunun üzerine kendisini İstanbul’a dâvet etmişti.
-Biz sırf, seni görmeğe geldik.
-Biliyorum, dedi Hasan Dede ve kendi kızına seslendi: “Ayşe’ye çabuk tarhana çorbası pişir ve kaynar vaziyette getir!”
Sonra gene sâkin ve insanın içine işleyen târifsiz tavrıyla Ayşe Hanım’a:
-Çok mu yanıyorsun?
Diye sordu. Odada yalnızca Ayşe Hanım’ın hıçkırıkları duyuluyordu. İçeri girdikleri andan îtibâren yanaklarından, burnundan domur domur aşağı düşen yaşlar, şimdi sesli hıçkırıklarla daha da artmıştı. Dede’nin sualine hiç cevap gelmedi. Cevap, zâten o hıçkırıkların içindeydi. Esâsen herhangi bir cevap beklemediği anlaşılan Hasan Dede, aynı tavırlarla konuştu:
-“Hazret-i Mevlâna: (Âşıkların gönlü, tandıra benzer) der. Girmişsin bir tandıra kızım, sakın ola ki yeter deme! Hele işin sonuna bak, bir hoşça yan! İmam Ali de der ki (Herkes sonundan korkar, ben ise evvelimden.)
Niye peki?
Evvelde yazılan ne ise, sonunda okunan da odur!
Mâdem bir tandır gönüllüye çatmak sana ezelde yazılmış; mâdem o gönülde bir yerceğiz edinmişsin, kadir bilmemek revâ mıdır?”
Biraz durdu, sonra:
-Şimdi hele çorbanı iç! Dedi. Kızı, orta boy bir tencereyi tepsiye oturtmuş; yanına iki dilim ekmekle bir de kaşık koyarak içeri girmişti. Hasan Dede, kızına:
-Kaşık da istemez, ekmek de, dedi.
Kız, tencereyi Ayşe Hanım’ın önüne koyup, ekmek ve kaşığı tepsiyle geri götürdü.
Ayşe Kadın’ın başı önüne eğilmişti. Diğer iki hanım ise ne konuşmalardan bir şey anlıyor ve ne de gözlerini ihtiyardan ayırabiliyorlardı. Hasan Dede, neredeyse sakalına değdirecek kadar üzerine eğildiği bastonuna dayanarak, dikilmeye çalıştı.
Bu kıpırdanmayı sezen Ayşe Kadın âniden yerinden kalktı ve Dede’nin koluna girdi; küçük, bebekvârî adımlarla yürüyen ihtiyar adam, Ayşe Kadın’ın oturduğu mindere yaklaşınca durdu ve:
-Şöyle yanı başıma otur bakalım, dedi. İkisi diz dize oturdu. Hasan Dede, bir müddet kadının gözlerine baktı, baktı:
-Bismillâh… Dik şunu başına! Dedi.
Ayşe Kadın, koynundan çıkardığı mendille burnunu sildi. Sonra, ocaktan henüz indirilmiş; dumanı tütmekte olan çorba tenceresini iki eliyle kavrayıp, başına dikerek içmeye başladı.
Odadaki diğer üç kişinin de gözleri ona mıhlanıp kalmıştı; kaynar çorbanın buharından Ayşe Kadın’ın yüzü seçilmez olmuştu. İçti, içti, içti.
Hasan Dede, bütün dikkatiyle onu seyrederken:
-Dur, deli kız dur! İki yudum da bana bırak ki senden artanı içeyim.
Deyince, beriki durdu. Dudaklarını tencereden ayırdı, mendiliyle ağzını kuruladı:
-Elhamdülillâh, dedi.
Hasan Dede, titreyen elleriyle tencereyi kadından alırken, ağlıyordu. Böylece Ayşe Kadın’dan arta kalan birkaç yudum çorbayı da o içti. Sonra, odaya bir sessizlik çöktü.
Bu sırada Ayşe Kadın ağzında çorbadan bir nohut tânesi kaldığını zannetti; birkaç denemeyle nohutu parçalamak istedi, olmadı. Sanki sakız gibiydi. Dişlerinin arasına getirip eliyle yoklayınca işin aslını fark etti.
İhtiyara:
-Sakız çiğner misin Dede?
Diye sordu ve onun cevâbını beklemeden, dişlerinin arasından aldığı şeyi, onun avucu içine bırakıverdi; gülümsüyordu.
Hasan Dede:-
-Ver şunu… Ver kızım! Ver de hâtıra diye saklayıp, seni anayım.
Derken, kimbilir kaç yıldan beri boynunda taşıdığı muskasını çıkardı; muskanın yedi kat muşambasını açtı ve Ayşe Kadın’dan aldığı hâtırayı gene titrek elleriyle o muskanın yanına sarmaladı.
Sonra gözlerindeki yaşları gömleğinin koluyla silerken:
-Var git kızım, dedi, yandığın essahmış. Sendeki ateş, demiri hamur yaptı. Darısı bizim başımıza!
Odada bulunan diğer üç kadın, neler olup bittiğini hâlâ anlamamıştı.
Sıcak çorba, Ayşe Kadın’ın dilinin derisini soyup atmış, o da yuvarlanmış ve nohut gibi olmuştu.