Sayfa:6
Ebû Leheb’i, sen, Asr-ı Saâdet’te mi kaldı sanıyorsun?
Asr-ı Saâdet’i “saâdet asrı yapan” Hakk’ın Habîbi’ne tâbi olarak hayat sürmek demektir. Binekleri, o saâdet devrinde yiyip içmiş diye, Ebû Cehil’leri ve Ebû Leheb’leri Asr-ı Saâdet’te yaşamış saymak ve onları o devirde kalmış sanmak, abestir.
Ne onlar geride kalmıştır ve ne de Asr-ı Saâdet..
Her yüz seneyi bir asır diyen beşer cinsine aldanırsak; Saâdet Asrı, bin dört yüz şu kadar yıl gerilerde kalmıştır.
Böyle bir şey, küfür değilse; küfür nedir?
O’nun hükmünün yürümediği, O’nun nûrunun aydınlatmadığı bir zaman dilimi, tasavvur dahî edilemez!
Bu hükümlere tam uyan ve bu nûrla aydınlanan her insan; kendini, Asr-ı Saâdet’te yaşıyor saysın!
Bu ancak ve ancak, “Dost’unu ercesine seven kişi” nin kârıdır.
Böyleleri, âkil – bâliğ oldukları için.. çocukluktan kurtuldukları için; masallarla avunmaz ve masal da anlatmazlar. Aynı hakîkati, masal kılığında anlatırlarsa da, bu; o hakîkati masal sayan insanlar bulunduğundan ve Dost’un hatırı içindir.
“İnsanlara, akılları seviyesinden hitâb ediniz.” buyuran Resûlullah Efendimiz’e “tam” uydukları, buradan da bellidir.
İşte, pervâne, onlardır.
Pervâneyi, sıkça gördüğümüz için, pek çok gerçek gibi onu da kanıksadığımız meydandadır.
Hâlbuki, pervâne, ateşe katılmak.. ateşe karışmak ve o olmak isteyen bir sevdâlıdır.
Bu ifâde, eksik kaldı; ateş demekle iş bitmiyor. Çünkü, ateşin yakıcı özelliği ile birlikte ışık olma özelliği de vardır ve pervâne; ateşin sâdece yakıcılığına değil, ateşin ateşliğine vurgundur.
Ezel Dostu’na, mevcut bedeni içindeyken, doğrudan ulaşamıyacağı için; yakıcı özelliği bulunan.. yanmakta olan, ateşin ve ışığın ta kendisine ulaşmak.. orada fânî olmak ve ancak bu yanış sonrasında Nûr’a kavuşmak, aşkında sebât etmektedir.
O, bu sadâkatiyle; Hazret-i Sıddîk gibidir.
Sidre-i Müntehâ’ya vardığında: “Yâ Resûlallah, buradan öteye geçersem, yanarım.” Buyuran Cibril-i Emin’e:
– “Ko yanarsam ben yanayım!” deyip, ilerleyen Muhammed’ül- Emin ise, Dost’una olan aşkında kendi şânına yaraşan ve tek olan sıddîkiyet ve yegâne erlikte idi.
Zâten, Hazret-i Ebübekir, “sıddîk” sözünün mânâsını; Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’a olan sıddîkiyetini ve aşkıyle edebini Hak nûruyle gördü de, anlamıştı.
Ve bilmişti ki; Hazret-i Peygamber’in aşkı ateşinde pervâne olup yanmadıkça, Cenâb-ı Hakk’ı sevdiği iddiâsı, isbatlanamaz! Şu bedende, bu dünya kayıtları içinde iken; bundan başka bir yol yoktur.