…Üçüncü kitap olan “Hakk’ın Sesleri”nde ise teessürle tahlil müthiş ıztırap ve isyan hâlini almış bulunuyor.
Bu büyük san’at eserinde Kur’ân’a sarılmış ulvî heyecanların tesiriyle yer yer kendimizden geçiyoruz. Bütün insanlığın sefâlet çehresine tüküren vecd, yalvarış hâlini alarak Allah’ına çevriliyor.
“Hakk’ın Sesleri”nde âyetlere sarılan ıztırapla büyük san’at başlayacaktır.
Bu kitapta Türk-İslâm rûhu parçalanmaz bir bütün hâlinde birleştirilmiştir.
Bu kitap, Orta Asya’dan ayrılan millî rûhumuzu bütünüyle Kur’an’dan çıkaran, Turancı çorak rüyâdan uyanan Türklük şuûrunu, yaşanmış bir târih içerisinde Kur’ân’ın rûhundan fışkırtan milliyetçiliğimizin, romantik ifâdesine bürünmüş beyannâmesidir.
Daha evvel insanlıktan milliyete götürücü yolu bulan san’atkâr, bu sefer cemiyetten kendi rûhunun derinlerine götürecek sırrı aramış ve bunu Kur’ân’ın ifâdesinde bulmuştur.
Artık san’atın ölçüsü mîmârî değildir. Fâtih’le Süleymâniye’nin muhteşem mîmârisinden rûhundaki melodiye geçebilmiştir.
Bu eserde isyan hâlinde bir melodi var. Lâkin bu, Dede Efendi’nin mûsıkîsi değildir. Belki Beethowen’in isyânından sesler geliyor. Bu seste Yavuz Sultan Selim’in şiddeti, Mevlânâ’nın mestliğine gömülmüştür.
Bu ne hicran-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübîn…
Ezilir rûh-u semâ, parçalanır kalb-i zemîn!
Acılarla, ıztıraplarla bunalan ruh, sanki mîrâcının eşiğinde, ilâhî kapıyı zorlamaktadır:
Yetmez mi müsab olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i ilâhî!
(….)
“Âsım”, Âkif’in san’atında bir merhaledir. Onda birinci devrenin idealizmi yeni bir dâvâyı doğruluyor. San’atkâr devrini kurtaracak olan ideal genci sahneye çıkarıyor. Âsım’ın şâhâne heykelini yapıyor.
Hakîkatte bu hayâl ettiği kendi gençliğidir. Esâsen Âsım, şâirin bulunduğu yaşın olgunluğu ile birleştirip yaptığı kendi gençlik heykelidir.
San’atkâr, Âsım’daki şahsiyet olduğu halde kendi dışında bir Âsım arıyor, Âsım’lar arıyor.
Acaba kendisinden sonra hayatta Âsım’lar gözüktü mü? Îtiraf edelim ki Âsım rûhunun mîrâsına sâhip bir gençlik yetiştiremedik. Âsım’ın nesli başladığı yerde son buldu.
Cemiyetimizde ilim ve irfan eliyle inkılâp yapacak olan Âsım’ın yerinde hep siyâset ve muvaffakıyet nîmetleri kovalayan, dünya varlığına minnetli, kuvvet karşısında zebûn yaşayan çelimsiz irâdeli, birbirlerine güvenemeyen bir gençlik görüyoruz.
Âsım’da görülen, üzerinde durulmaya değer hâdise, bu kitapta Âkif’in san’at için san’at yapma dâvâsının yer almış olmasıdır.
Bu eserde Âkif nazımla oynar, şiirin şakrak terennümlerinden zevk alır. Aşk kendisine yeten san’atın dünyâsında dolaşır gibidir. Hayattan kaçan san’atkâr,san’atına sığınacak zannedilir.
Sanki hayâtı bırakarak san’atı sevmiştir. Başından sonuna kadar nazım tekniğinde mahâret ve hüner vesîkası olan bu eser, Âkif’in “Gülistân”ı veya “Mesnevî”sidir. Çanakkale destânı, şiir san’atında aşılmaz zirve olmuş, insan ideali, Sâdî ile Mevlânâ’dan sonra bir defa daha san’at ve hikmetin kalemi ile âbideleştirilmiştir.
Bu kitapta en bayağı realizm, en cesur idealizm ile kucaklaşıyor.
En kaba tasvir sahneleri, en ulvî hayâllerle baş başa durmaktadır. Mahâretli bir nazım mîmârîsinin üstünde yer yer hayâl saltanatları yükseltilmiştir. Târihte Çanakkale hârikasını yaratmış olan Âsım’ın neslinden bugün bize kalan nedir?
Bu, mukaddesâtına, mâzîsine meftun bir avuç gençliktir. Bu çocuklar, kapkara taassupla kıpkızıl îmansızlığın arasında çırpınıyorlar.
Bir gün mutlaka muzaffer olacaklardır.
Onlar, Haçlılardan dışta ve içte zulüm görmüş babalarının intikamını kurtarış yoluyla alacaklardır.
Onlar, kahbe Timur’un karşısında kahpelikle terk edilen kahraman cedleri Yıldırım’ın yanında son âna kadar dövüşen mücâhitlerin torunlarıdır.
Onlar, İstanbul surları önünde şehitlik müjdesi bekleyen gâzîlerin çocuklarıdır. Şimdi onlar, Çanakkale kıyılarında cedlerinin kılıcıyla kazınmış şahâdet kelimesinin mânâsını ruhlara sindirmek için açılacak cihâdı bekliyorlar.
(*)Nurettin TOPÇU, Mehmet Âkif-Hareket Yayınları/Birinci Baskı,Sayfa:83-İst.